Prof.Dr. Barış Erdoğan – 1 Ocak 1980’e girdiğimizde Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin (SSCB) başını çektiği iki bloklu bir dünyada yaşıyorduk. Sovyetler Birliği ve onun etkisi altındaki Doğu Bloku ülkeleri genellikle Marksist-Leninist ideolojileri benimsemiş sosyalist ya da komünist rejimler tarafından yönetiliyordu. ABD ve onun etkisindeki Batı Bloku ülkeleri ise genellikle demokratik yönetimlerle ve serbest piyasa ekonomisiyle idare ediyordu.
Nükleer bombalara sahip iki süper güç ve müttefikleri siyasi ve ekonomik alanda sessizce çatışıyordu. Bu “Soğuk Savaş” her an bir sıcak çatışmaya dönme potansiyeli taşıyordu. Hemen yanı başımızda komşumuz İran’da ise Şah devrilmiş, Ayetullah Humeyni’nin liderliğindeki Şii İslam devrimi Ankara ve diğer başkentleri tedirgin ediyordu. Ülkemizde ise öğrenciler, işçiler, memurlar -neredeyse toplumun tüm kesimleri- sağ ve sol diye iki kampa bölünmüştü. Aralarındaki silahlı çatışmalar nedeniyle günde onlarca genç hayatını kaybediyor ya da yaralanıyordu. Temel ihtiyaç maddeleri karaborsaya düşmüş, benzin ve yağ bulmak için uzun kuyruklar oluşturuluyordu.
Artık herkes evlerindeydi
TRT tek kanalıyla akşam saatleri İstiklal Marşı eşliğinde yayınlarına başlıyor ve yine askeri tören ve marşla yayınına son veriyordu. Avrupa’da Türkiye’den başka siyah beyaz yayın yapan ülke kalmamıştı. Bırakın bugünkü televizyon platformlarını özel kanalın hayalini bile henüz kurabilen yoktu.
Siyasi istikrarsızlık, döviz sıkıntısı ve şiddet olayları nedeniyle insanlar evlerine çekilirken sinema salonları bir bir kapanıyordu. Ne VHS video oynatıcılar ne de kişisel bilgisayarlar hayatımızın içindeydi, çoğumuzun evinde kablolu telefon bile yoktu. Birinci lig takımlarımız o devirde patates tarlasını andıran sahalarda maçlarını yapıyordu.
Dünyanın birçok yerinde kahraman bakkalların ve manavların süpermarkete karşı hâlâ bir üstünlüğü vardı. Oyunlar sokakta oynanıyor, muhabbetler yüz yüze yapılıyordu. Dostluk, akrabalık, aile gibi değerler oldukça güçlüydü. Ancak çok özet şekilde anlatmaya çalıştığımız bu siyasi, ekonomik ve kültürel tablo 10 yıl içinde çok hızla değişti.
Özal, Thatcher, Reagan…
1988 NATO Zirvesi’nden bir kare. Başbakan Turgut Özal, Birleşik Krallık Başbakanı Margaret Thatcher, ABD Başkanı Ronald Reagan.
Capcanlı bir dönem…
Bugünden geriye baktığımızda bir çoğumuz 1980’leri tüketim kültürünün yükseldiği, vatkalı ceketlerin moda olduğu, neon ışıklı diskoteklerde eğlenildiği, efsanevi pop yıldızlarının renkli televizyon kanalların boy gösterdiği capcanlı bir dönem olarak hatırlayacaktır. Ancak bu renkli dekorun arkasında, toplumsal, siyasal, ekonomik, teknolojik alanda yaşanan inanılmaz değişimler yatıyordu.
Bu 10 yıllık süreç günümüz dünyanın şekillenmesinde kritik bir dönüm noktası oldu. Bütün dünyayı saran break dansın ritmi ve atari oyunlarının sesleri arasında Doğu ile Batı arasında adeta demir bir perde gibi duran Berlin Duvarı yıkıldı. Bu olay sadece bölünmüş Almanya’nın birleşmesini değil aynı zamanda soğuk savaşın sona ermek üzere olduğunu da haber veriyordu.
Teknolojinin yükselişi
1980’lerde ekonomik alanda ise neo-liberal rüzgârlar esmekteydi. ABD’nin de Ronald Reagan, İngiltere’de Margaret Thatcher ve Türkiye’de Turgut Özal özel sektörün önünü açıyor, devleti ekonomik alandan geri çekiyordu. Bu dönemde teknolojide muhteşem ilerlemeler kaydedildi. Kişisel bilgisayarların dünya çapında yükselmesiyle beraber dijital çağın kapıları artık sadece büyük kurumlar için değil sıradan bireyler için de açılıyordu. Telekomünikasyon alanına büyük yatırımlar yapan Türkiye’de ise telefon artık köylere kadar ulaşmıştı.
Yeni siyasi rüzgâr
Sosyal açıdan baktığımızda 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi sonrası binlerce genç hapishanelerde gün sayıp, geçmişin muhasebesini yaparken, sokaklarda yepyeni siyasi rüzgârlar esmekteydi. Hem dünya genelinde hem de Türkiye’de kadın hakları, hayvan hakları, çevrecilik gibi yeni toplumsal hareketler artık insanların ilgisini çekmekteydi. Siyasetten uzak tutulan gençler Batılı pop kültürde hayatın anlamını aramaktaydılar.
Micheal Jackson’dan Madonna’ya uzanan ikonik isimler dünyayı sallarken Türkiye’de şehirlerin çeperlerine göç eden büyük kitleler arabesk müzikle acılarını duyurmaya çalışıyordu. Almanya’da sürgün hayatı yaşayan Cem Karaca “Ben döneksem döndüm diye memlekete döndüm işte” haykırışıyla yurda dönerken, Ahmet Kaya “Baş Kaldırıyorum” diyerek özgün müziğe yeni bir yön veriyordu. Bulutsuzluk Özlemi ise “Acil Demokrasi” diyerek bugün tartışmalara konu olan yeni anayasa talebini erken bir dönemde dile getiriyordu.
O yıllarda yeni kurulan MTV dünyayı sallarken, CNN 24 saat uluslararası haberle televizyonculukta yeni bir sayfa açıyordu. Hollywood yükseliyor, Yeşilçam ise demlerini yaşıyordu. İngiltere’ye karşı 8-0 yenilip ama ezilmezken Arjantinli efsanevi futbolcu Diego Maradona’nın Dünya Kupası çeyrek finalinde İngiltere’ye karşı “Tanrı’nın Eli” olarak tarihe geçen golünü atıyordu. İşte bu yenilikçi 10 yıl, 21. yüzyılın ilk çeyreğine damgasına vurdu. Bu yazı dizisinde siyasetten, ekonomiye, teknolojiden, pop kültüre kadar 1980’lerin tüm yönlerini inceleyeceğiz.
Berlin Duvarı yıkıldı
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Almanya, SSCB, İngiltere, ABD ve Fransa tarafından işgal edildi. 1961 yılında soğuk savaşın sembolü olan 46 kilometrelik Berlin Duvarı inşa edildi. Doğu Berlin Sovyetler kontrolü altındayken Batı Berlin resmi olarak Batılı 3 işgalci devletin kontrolü altında kaldı ve özel statüyle yönetildi. Bu nedenle Almanya birleşene kadar Batı Berlin’de yaşayan erkekler zorunlu askerlikten muaf tutuldu ve Berlin, Başkent Bonn’daki Batı Almanya parlamentosuna seçilmiş milletvekili gönderemedi.
Yıldız Savaşları hamlesi Sovyetler’in sonunu hazırladı
1980’ler, Sovyetlerin Afganistan’ı işgali bu durumun yarattığı artçı sarsıntılarla başladı. ABD’nin Sovyetler’e ambargo uygulaması ve 1980 Moskova Olimpiyatları’nı boykot etmesiyle tansiyon iyice yükseldi. Ancak gerilimi tırmandıran asıl etken eski bir Hollywood oyuncusu olan Başkan Ronald Reagan’ın Sovyet karşıtı keskin tutumu oldu. Sovyetler Birliği’ni “Şeytani İmparatorluk” olarak nitelendiren Reagan askeri harcamaları agresif bir şekildi artırdı. 1983 yılına gelindiğinde ABD Yıldız Savaşları adını verdiği uzay tabanlı bir füze savunma sistemini duyurdu. Sovyetler’in bu hamleye nasıl karşılık vereceğini herkes korku içinde bekliyordu. Nükleer savaş endişeleri zirveye tırmanırken, küresel siyasette dramatik değişiklikler kapıda görülmekteydi. Sovyetlerin ABD’nin hamlesine karşılık verebilecek ekonomik gücü yoktu. Yeni bir strateji izlemesi gerekiyordu.
SSCB’nin değişen dünyaya yanıtı Mikhail Gorbaçov oldu. Üç yaşlı Sovyet liderinin (Brejnev, Andropov ve Çernenko) arka arkaya ölmesinin ardından 1985 yılında Mihail Gorbaçov iktidara geldi. Gorbaçov, Sovyet sistemini yeniden canlandırmayı amaçlayan perestroyka (yeniden yapılanma) ve glasnost (açıklık) gibi reformları uygulamaya koydu. Gorbaçov, hasta Sovyet sistemine hayat aşılamayı umuyordu. Bunun yerine, istemeden de olsa sistemin çöküşüne zemin hazırladı.
‘Ruslar da çocuklarını seviyordur’
Bu dönemde Batılı müzik ve sinema endüstrisi de toplumsal kaygıları ve umutları yansıtıyordu. Dünya genelinde nükleer savaş korkusunun zirvede olduğu bir dönemde Sting’in Ruslar (Russians) adlı şarkısı müzik marketlerde yerini alıyordu. “İnanın bana, umarım Ruslar da çocuklarını seviyordur” nakaratıyla Başkan Reagan ve Batı kamuoyuna seslenen Sting nükleer bir savaşın tüm insanlığa zarar vereceğini ve sonuçta her iki tarafın da kaybedeceğini anlatıyordu.
Rocky 4 savaşı ringe taşıdı
Dünyanın selameti için Sovyetler ve ABD’nin bir şekilde uzlaşması ve sorunlarını masada çözmesi gerekiyordu. Sylvester Stallone’nin oynadığı Rocky 4 filmi, İki ülke arasındaki nükleer silahların kısıtlanması için yapılan diplomatik anlaşmadan yaklaşık iki yıl önce piyasaya çıktı ve bu arzuyu kısmen dile getiriyordu. Filmdeki Amerikalı kahraman Rocky Balboa ile Sovyet boksör Ivan Drago arasındaki dövüş, bu iki süper gücün ideolojik çatışmasının bir yansımasıydı. Filmde Amerikan bireyciliğinin ve azimli çalışmanın Sovyet kolektivizmine üstün olduğu milliyetçi temalarla bol bol işleniyordu. Ancak filmin sonunda zafer konuşması yapan Rocky’nin “Eğer ben değişebilirsem ve siz değişebilirseniz, herkes değişebilir” mesajı, Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ve düşmanlıkların son bulmasının mümkün olduğunu ima etmekteydi.
Gerçekten de 1987 yılında Reagan ve Gorbaçov’un orta menzilli nükleer silahların azaltılması için bir anlaşma imzaladılar. Ancak Sovyetler sistemini demokratikleştirdikçe İkinci Dünya Savaşı’ndan beri kontrol altında tuttuğu Doğu Avrupa çalkalanmaya başladı. Berlin Duvarı’nın 1989’da yıkılması, Doğu Bloku’nda artan özgürlük arzusunun bir kanıtı oldu. Ülke içinde de işler iyi gitmiyordu. 1986 yılında meydana Çernobil nükleer santralinde meydana gelen kaza önce halktan gizlendi. Felaket Sovyet sistemindeki bürokrasi, merkeziyetçilik ve korku kültürünün ne kadar tehlikeli olabileceğini gözler önüne serdi. Sonuçta olay halkın sisteme olan güvenini tamamen sarstı.
SSCB son darbeyi de Afganistan’da aldı. Başta ABD ve Arap ülkelerinden maddi destek alan Mücahit grupları dönemin en güçlü ordularından biri olan Kızıl Ordu’yu geri püskürttü. Sovyetler Birliği’nin 9 yıl süren Afganistan işgali 15 Şubat 1989’da resmen sona erdi.
80’lerin hesabı hâlâ kapanmadı
Tüm bu çalkantılı süreç Sovyetler Birliği’nin dağılmasına, Doğu Bloku ülkelerinin Batı ile bütünleşmesine ve çift kutuplu dünya düzeninin sona ermesine zemin hazırladı. 1980’lerin sonuna gelindiğinde, dünya 1980’lerin başında olduğundan çok farklı bir yerdeydi. Bugün Ukrayna’dan Suriye’ye kadar yakın coğrafyamızda yaşanan çatışmaların ardında hâlâ o devirden kalan yarım kalmış hesapların olduğunu unutmamak gerekiyor.
YARIN: Sokak oyunları bitti, bilgisayar oyunları teknolojiyle hayatımıza girdi